Türkiye’de Irkçılığın Değişen Yüzü
Çeviren: İrem Argat
Türkçe siyasi mizah dergisi Akbaba’nın 1973 kapağı: 1973 yılında yaşanan petrol krizini, Avrupa’yı bir dansöze devşiren bir grup Arap olarak resmediyor.
Son zamanlarda Türkiye’deki Arap nüfusu ciddi bir artış içinde. Özellikle ülkenin güneyinde görülen bu artıştan ülkenin kültürel ve ekonomik başkenti İstanbul da muaf değil. Suriyeli göçmenlerin yanı sıra, Körfez ülkelerinden ve diğer Arap memleketlerinden gelen Arap turistler de bu nüfusun bir parçasını oluşturuyor. Türkiyeli solcu ve liberal kesimin önemli bir kısmı, genel olarak, artan Arap nüfusundan memnuniyetsiz; ister göçmen ister mülteci ya da isterse son birkaç yıldır süregelen Suriyeli göçmen dalgası sebebiyle daha da görünür hale gelen turist topluluğundan biri olsun.
Geçtiğimiz aylarda Independent sitesinde yayınlanan ve Türkiye’de “turizmin değişen yüzü”nden bahseden bir yazı, bu değişimin –sözümona– “doğu ve batı arasındaki hayati bir köprünün [nasıl] yanmasına” sebebiyet verdiğini tartışıyor. Şebnem Arsu yazısında, Arap turistlerin son dönemki artışından bahsederken, temel olarak, Türk mağazaları yerine birkaç Arap dükkanının açılmasından ve Avrupalı turistlerin daha az görünür hale gelmesinden duyduğu dehşeti kaleme alıyor. Arsu, Arapların kültürel turizmden ziyade alışverişle ile haşır neşir olmalarını öne sürerek kayda değer birer turist olmak için gerekli bir kurallar zinciri olduğu izlenimi uyandırıyor. Ben dahil, kişisel olarak tanıdığım diğer tüm Arapların bahsedilen bu kültürel yapıtları sayısız defa ziyaret ettiği gerçeğini göz önünde bulundurursak, münferit örneklere dayanan bu varsayım, basit bir anekdot olmanın ötesine geçemiyor. Halbuki şu basit açıklama Arsu’nun yaptığı hatalı gözleme netlik getirebilir: Çoğu Arap turist, Türkiye’yi sık sık ziyaret ettikleri ya da artık burada ikamet ettikleri için, şehrin kültürel yapılarını zaten ziyaret etmiş oluyorlar. Bu yüzden, kentin kamusal alanları ve tüketim mekanlarında daha fazla vakit geçirmeleri son derece doğal. Aksu’nun Araplara yönelttiği suçlamalardan bir diğeri, kitapçıların nargile kafelere dönüşmesinin sorumlusunu Araplar olarak tayin ediyor; sanki Amazon ya da genel olarak çevrimiçi alışveriş Türkiye’ye adımını hiç atmamış gibi. Arsu’nun ardı arkası kesilmeyen “y kuşağı her şeyi mahvediyor” ısrarı, İstanbul’un en kırılgan bazı toplulukları için ağır gerçek hayat sonuçları doğurmasaydı, kulağa gülünç gelebilirdi.
Araplara yönelik bu galeyanın iki temel sebebi olduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan, Suriyeli mültecilere yönelik olan ilki, mültecilerin ülkenin ekonomisine kötü etkileri olduğunu savunuyor. Bu hipoteze, devletin Suriyelilere para dağıttığını ortaya atan yaygın dedikodular eşlik ediyor. Özellikle Suriyeli mülteciler söz konusu olduğunda, ülkenin ekonomisini ivmelendirmek ve iyileştirmek dışında bir etkileri olduğunu söylemek zorlaşıyor. Kuzey Suriye’deki çoğu fabrikanın artık Türkiye’nin güneyinde –Gaziantep, Mersin ve Kilis gibi kentlerde– faaliyete devam ettiğinden ya da özellikle bu kentlerde inşaat sektörünün nasıl şahlandığından, belli ki, bu ırkçı duyguya sahip Türkler henüz haberdar değil. Aynı mültecilerin, bölgenin otelleri, lokantaları, kulüpleri, kafeleri, okul ve üniversiteleri dışında bir de ulusal havayollarını kullandıklarını da söylemeye gerek bile yok. Suriyeliler, Arap göçmen ve turistler Türk ekonomisine katkıda bulunuyor.
İkinci sebep ise ekonomiden çok daha derin bir yere sahip ve Arapların İstanbul’un üzerindeki kültürel etkisiyle yakından alakalı. İstanbul’un doğu ile batı arasında kültürel bir merkez olduğu gerçeği çok eskilere dayanıyor, Suriyeli mülteci/göçmenlerden çok daha eskiye. Bir Suriyeli-Amerikalı olarak, benim de bu şehri sevmenin temel nedenlerinden biri de aslında bu. Kültürlerin buluşma noktası olan bu yerden bunca zevk alan Araplar on yıllardır İstanbul’a akın ediyorlar ve sonuç olarak şehrin, özellikle de İstiklal Caddesi etrafındaki mahallelerin, kültürel çeşitliliğini yeniden canlandırmaya büyük katkı sağlıyorlar. “Doğu ve batı arasında köprü” söylemi, uzun süredir geniş çevrelerce bezdirici bir klişe olarak kabul görse de; Arsu gibi yazarlar bu imgelemi, Batılıları steril ortamlarda Doğu’yu tüketmeye taşıyan tek yönlü bir yol olarak, çarpık bir yorumla okurlarına sunmaya devam ediyorlar.
Arap karşıtı propaganda yapan liberal Türklerin sıklıkla öne attığı mevhumlardan bir diğeri ise demokrasi. Bu retoriğe göre, “Araplar, Türkiye’deki demokrasinin baltalayıcısı.” Böylesine cüretkar bir söylemde bulunanların, Türkiye’ye gelen çoğu Arap’ın otoriter rejimlerden kaçtıkları gerçeğinden bihaber oldukları kuşkusuz. Aralarında bazıları bu rejimlere karşı direnip savaşmaları ve Demokrasi talebinde bulundukları için ülkelerinden sürülmelerine rağmen şimdileri, Demokrasi yanlısı “liberaller” tarafından ırkçı tepkilere maruz kalmaktalar. Arapça yol tabelalarına yönelik hayıflanmalar yalnızca Türkiye’nin ikiyüz yıllık kültürel savaşına cephanelik sunmakla yetinmiyor, aynı zamanda ülke çapındaki tüm göçmenler için ivedi doğrudan sonuçlara da sebebiyet veriyor.
İstanbul’daki yerel seçim kampanyaları esnasında, hem AKP hem CHP Suriyeli karşıtı duygudan oldukça faydalandılar. AK Parti adayı Yıldırım, “Bu insanlar bizim misafirimizdir. Ancak kuralları biz koyarız. Bir güvenlik problem oluştururlarsa, İstanbullunun huzurunu herhangi bir yerde, herhangi bir ilçede veya mahallede bozan olursa hemen kulaklarından tutar göndeririz.” diye açıklama yaptı. Ülkede solun ve ilerici düşüncenin temsilcisi olarak nitelendirilse dahi, muhalefetin de benzer yaklaşımı Suriyeli karşıtı yaygın duyguyla ortaklaşıyor. “Beyaz Türk” olarak tanımlanan CHP seçmeni, umutlarını toksik Arap karşıtı duygu ile harmanlanmış Batı kültürüne demirlemeleriyle tanınıyor. İmamoğlu’nun İstanbul’daki yerel seçimleri kazanması demokratik bir zafer –Başkan Erdoğan’ın hegemonyasına bir ket– olarak coşkuyla karşılandı. Bu zafer, aynı zamanda, Türkiye’deki ırkçıların da cesaretlenmesine yol açtı. İngilizce paylaşımların da olduğu “Suriyeliler Defoluyor” hashtagi Twitter’da böylelikle ayyuka çıkmaya başladı.
Arsu, ilerici görüşlü bazı Türklerin Avrupalılar tarafından Arap sanıldıklarında duydukları utançtan da dem vuruyor. Demokrasi ve insan haklarına gerçekten önem veren herhangi birinin utanç duyması gereken asıl nokta ise, aralarında reşit olmayanların da bulunduğu, gözaltı ve işkence riskiyle karşı karşıya, 1000 kişilik bir mülteci grubunun AKP hükümeti tarafından aniden sınır dışı edilmesi.
Dünyanın her iki tarafında büyümüş biri olarak her iki kültürün de iyi ve kötü yanlarına tanıklık ettim. Irkçı genellemelerle, herkesi tek bir kefeye koyup Batılı ya da Doğulu her şeyin topyekûn kötü olduğunu savunmanın ne kadar budalaca olduğunu anlatmaya çalıştım. Irk üzerinden insanları birbirine yabancılaştırmak ve nefret pompalamak hiçbir kültürel meselenin çözümü olmadığı gibi Demokrasi’nin de koruyucusu değil.
Çoğu Suriyeli arkadaşım ve aileleri, gündelik yaşantılarında etiketlenmemek adına kendilerini Suriyeli kimlikleriyle tanıtmaktan imtina ediyorlar. Bazıları kendilerine Türkçe isimler dahi seçiyor. Haaretz’e konuşan ilham verici Filistinli sanatçı Nasreen Amirah Filistinlilerin dahi bu durumdan muaf olmadığını anlatıyor: “Arap karşıtı ırkçılık her yerde. Metrobüste bana nefret ve tiksinmeyle bakıldığını görüyorum. Neden bu kadar incitici olmak istediklerini merak etmekten kendimi alamıyorum.” Beyaz Türklerin “solcu partisi” İstanbul’daki yerel seçimleri kazandığı göz önünde bulundurulunca, Filistinlilere dahi sıçrayan bu ırkçı tutuma şaşırmak pek de mümkün değil. Seçimlerden beri, tutkuyla bağlı oldukları Batılı değerleri savunmada birbiriyle yarışan sayısız kişi, hiç kimsenin gözünün yaşına bakmayan ve giderek artan ırkçılıkta bir fiyasko sahnelemeye ve savunduklarını iddia ettikleri “doğu ve batı arasındaki köprüyü” kendi elleriyle faal olarak yakmaya devam ediyorlar.